Aksaray vilayetinin tarihi, kültüler, manevi mekânlarına eşsiz ziyaret
Aksaray vilayetinin tarihi, kültüler, manevi mekânlarını ziyaret eden gazetecilere Aksaray Valisi Hamza Aydoğdu ve şehrin diğer kurumlarının amirleri de eşlik etti.
Geçtiğimiz hafta sonu Aksaray Valiliği ve TİGAD'ın organize ettiği tanıtım gezisine Türkiye'nin birçok şehrinden gazeteci ve internet medyası temsilcileri ve sosyal medya içerik üreticileri katıldı. Aksaray vilayetinin tarihi, kültüler, manevi mekânlarını ziyaret eden gazetecilere Aksaray Valisi Hamza Aydoğdu ve şehrin diğer kurumlarının amirleri de eşlik etti.
Aksaray Valiliği ve Türkiye İnternet Gazetecileri Derneği TİGAD’ın Aksaray’ın tanıtımı için başlattığı girişimde şehrin, sosyal kültürel tarihi ve turistik yerlerine gerçekleştirilen ziyarette Yunus Emre’den Somuncu Baba’ya, Ihlara vadisinden, Aziz Marucuis Yeraltı Şehrine, Narlıgöl’den Sultanhanı Kervansarayı’na kadar tüm mekânlar tek tek dolaştırıldı. Aksaray İl Kültür Müdürü Mustafa Doğan, şehrin tarım ve sanayii atılımının yanında turizmde de çok büyük potansiyeli olduğunu dile getirdi ve şehrin 11 bin yıl öncesine uzanan bir tarihe tanıklık ettiğini kaydetti. Gezi boyunca gazetecilerin yanından ayrılmadan ve yapılan çalışmaları büyük bir heyecanla anlatan Doğan, şehrin gizli kalmış hazinelerini ilgili bakanlıklar ve valiliğin işbirliği ile yeniden ihya ettiklerini anlattı. İşte bunlardan birisi de Somuncu Baba Türbesi.
Şeyh Hamîd-i Veli Aksarayî Somuncu Baba (1349 - 1412)
Anadolu’nun gönül fatihleri ve erenleri Türkiye’nin birçok şehrine mührünü vurdu. Abdulkadir Geylani Hazretlerinin Anadolu’nun manevi fethi yetiştirip gönderdiği silsilenin onlarca temsilcisi Allah dostları olan evliyalar, binlerce talebe yetiştirmiş. Selçuklu’nun savaşla kazandığı beldelerin manevi ihyasını ise işte bu Anadolu erenleri gerçekleştirdiler. Bu evliyalardan birisi de Somuncu Baba olarak bilinen Şeyh Hamîd-i Veli Aksarayî Hazretleri.
Osmanlı’nın kuruluş yıllarında Anadolu'da yetişen âlim ve velîlerin büyüklerindendir. Asıl adı Hamîd olan Somuncu Baba, 1349'da Kayseri'de dünyaya gelmiştir. Babasının adı Musa'dır. Soyu 24. kuşaktan Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.s) dayanır. İlk tahsîlini babasından alan Şeyh Hamîd-i Veli daha sonra sırasıyla Aksaray, Şam ve Erdebil'de devrin önde gelen âlimlerinden dersler alarak tasavvuf ve ilim yolunda üstün derecelere ulaşmıştır.
1395 yılında talebesi Hacı Bayram ile Osmanlı Devleti'nin başkenti Bursa'ya giden Şeyh Hamîd-i Veli, burada kendini gizlemiş, halkın arasında Somuncu Baba ismiyle tanınmıştır. Bursa'da Ulu Caminin açılışı esnasında Fatiha Suresi'ni yedi farklı manada tefsir etmesiyle sırrı aşikâr olan Somuncu Baba, bu hadiseden sonra talebesiyle beraber Hicaz'a hacca gitmiştir. Hac dönüşü Aksaray'a (Şehr-i Süleha) gelen Somuncu Baba, ömrünün sonuna kadar burada ilim ve irşad faaliyetlerini sürdürmüş, 1412 yılında Aksaray'da vefat etmiştir. Kabr-i Şerifleri Aksaray'da Ervah kabristanlığı içerisindedir.
Somuncu Baba, Hacı Bayram Veli'nin, Hacı Bayram Veli, Akşemsettin'in, Akşemsettin ise Fatih Sultan Mehmet'in hocasıdır. Somuncu Baba tasavvuf anlayışıyla yaşadığı döneme ve sonraki çağlara yön vermiş, yetiştirdiği talebeleriyle İstanbul'un fethini sağlayan manevi iklimin başlangıç noktası olmuştur.
Doğumu, Çocukluğu ve Eğitimi
Asıl adı Hamîdüddin olan Somuncu baba, 1349 yılında Kayseri’nin Akçakaya köyünde dünyaya gelmiştir. Ebû Hâmid künyesi de kendisine aittir. Belgelerin bir kısmında Şeyh Hamd-i Veli, bir kısmında da Şeyh Hâmidüddin-i Veli olarak geçmektedir. Ancak, ister tabakat kitapları olsun isterse diğer belgelerde geçen Hâmid-i Kayserî, Ebu Hamîd-i Veli, Şeyh Hamîd-i Veli, Hamîd-i Aksarayî, Hamîdüddin-i Aksarayî, Ebu Hamîd Aksarayî, Hamîdüddin bin Musa, Somuncu Baba, Ekmekçi Koca isimleri tamamen burada bahsi geçen Somuncu Baba’ya aittir. Babasının adı Şeyh Şemseddin Musa El- Kayserî olup Horasan erenleri gibi Anadolu’ya gelen tasavvuf büyüklerindendir. Annesi’nin adının ise Aden Banu olduğu nakledilse de kesin değildir.
Şemseddin Musa hazretlerinin Kayseri’ye geldiği dönemlerde Horasan erenleri, Yesevi dervişleri ve Alperenler, Dar’u-l cihad kabul edilen Anadolu’ya gelerek maddi fetihten önce manevi fethi gerçekleştiriyordu. İşte bu Horasan erenlerinden biri de Şemseddin Musa idi. Şemseddin Musa, Anadolu’nun merkezi sayılacak bir yer olan Kayseri’ye yerleşmişti. Ebheriyye tarikatına mensup olan Şemseddin Musa’nın soyu 24. kuşaktan peygamberimize dayanmaktadır.
Şeyh Hamideddini Aksarayî ilk tahsilini ve tasavvuf neş’esini babasından almıştır. İlk tahsilini ve tasavvuf neş’esini babasından aldıktan sonra ilmin ileri basamaklarını Kayseri ulemasının yanında sürdürmüştür. Fen ve tabiat ilimlerini de Kayseri’de çeşitli müderrislerden okumuştur.
Devrinin önde gelen âlimlerinden “mütavil” ilimleri öğrenmiş; özellikle Tefsir, hadis ve fıkıh dersleri alarak medrese öğrenimini de tamamlamıştır. Çocukluğundan itibaren babasıyla birlikte okuduğu Arapça ve Farsça kitaplar bu dilleri iyi seviyede öğrenmesini sağlamıştır. Kendisine atfedilen “Kırk Hadis Şerhi” kitabı ve Bursa Ulu Camiinin açılışı sırasında hutbede Fatiha suresinin tefsirini yapması hem Arap diline hâkim, hem de hadis ve tefsir ilimlerinde yüksek bir birikime ve âli derecelere sahip olduğunu göstermektedir.
Babası vasıtasıyla Sühreverdiyye’nin Ebheriyye koluna intisab etmiştir. Ebheriyye, Halvetiyye’nin manevi silsilesinde yer alan Ebu Reşid Şeyh Kudbuddin Ebheri tarafından kurulan tarikatın adıdır. Somuncu Baba Ahmet Yesevi’nin meşrebinden giden babası gibi, felsefe yerine hikmeti tercih etmiştir.
Somuncu Baba, Kayseri’de ilmi hayatını tamamladıktan sonra bir müddet Aksaray’da bulunmuş, bu sırada bir müderris olan Mahmud Mazdekâni hazretlerinin kızı Necmiye sultan ile evlenmiştir. Bu evlilikten Yusuf Hakiki ve Halil Taybî adında iki çocuğu dünyaya gelmiştir.
İçinde duyduğu ve zahiri ilimlerle dolmayan boşluk hissini tatmin etmek için bir arayışa yönelmiştir. Bu arayışın tohumları çocukluk yıllarında babasıyla tedris ettiği tasavvuf dersleri ve sohbetleriyle atılmıştır. Çocukluktan gelme bir iştiyakla mürşid aramaya başlamış, ilmini ve tasavvufî bilgisini artırmak için şarkın mühim ilim ve irfan merkezlerinden biri olan Şam’a gitmiştir. Çünkü o dönemde zahiri ve batıni ilimlerde sülûka ermek isteyen talebeler, Arap ve Acem beldelerine ilim ve irfan için seyahatler yapardı. Oralarda ilim erbabı ve marifet ashabıyla sohbetler eder, tahsili ilim ve talibi marifet eylerlerdi. Somuncu Baba da aynı yolu takip ederek ilim alanındaki çalışmalarını Şam, Tebriz ve Erdebil’de sürdürecektir.
Somuncu Baba talebelik yılları ve Şam
Somuncu Baba Kayseri’den ayrılınca öncelikle Şam’a Beyazıdiyye Hankahı’na gitmiştir. Orada bulunan şeyhlerden Şadîi Rumî’nin hizmetinde bulunmuş, ilmî çalışmalarına devam ederken tasavvufî hayata yönelmiştir. Kalbî seviyesini yükseltmek için tarikat pirleri ile sohbetlerde bulunup bir müddet tasavvuf yolunda ilerledikten sonra Beyazıd-ı Bestami hazretlerinin ruhaniyetinden manevî terbiye almıştır.
Şam’da ilim ve tasavvuf makamlarını çıkarken Hızır (a.s) ile de görüşerek ondan da manevi bir feyiz almıştır. Somuncu Baba bu iki zattan aldığı manevi feyzi sebebiyle üveysi kabul edilmektedir.
Erdebil: Sadreddîn-i Erdebilî
Somuncu baba Şam’da Beyazıdiyye Hakkahı’nda kaldığı sıralarda tefekküratına devam ederek rahmani ve ruhani zevk ve kokular almakla beraber Şam’a gelip giden âlimlerden manevi ilme vâkıf en yüksek makamda kimin olduğunu sormakta idi. Senelerce devam eden bu arama ve beklemeden sonra Erdebil’de bulunan bir büyük zattan haber verdiler. Bu zat Safiyyüddin Erdebili hazretlerinin oğlu Sadreddîn-i Erdebilî idi.
Tebriz’in Erdebil bölgesindeki şeyhi öğrendikten sonra yola çıkar. Erdebil’e vardıktan sonra var gücüyle hocasına hizmet ederek, ilim öğrenir. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuşur. Somuncu babanın kat ettiği makamlar şeyhiyle olan yakınlığını ve şeyhinin ona olan ilgisini artırmıştır. Bu durum dergâhtaki bazı ham tabiatlı dervişleri rahatsız eder. Bazı dervişler onun Moğol hafiyesi olduğunu bile iddia eder. Fakat “Hiçbir gizli olan sonsuza dek gizli kalmaz.” kuralı gereği tekkenin duvarları gece fısıltılarını sızdırıyordu.
Tekkede fısıltılar yüksek sesle dile getirilmeye başlayınca şeyh bu durumdan oldukça üzüntü duyar. Dervişleri bir araya toplayarak bu gece sohbet halkasını kuracağını söyler ve yatsı namazı sonrası herkesin tekkenin avlusunda olmasını ister.
Dervişlerden kimisi kendini yoklar. Hakkaniyetle kendilerine sorduklarında haksız olabileceklerini düşünüp bu sohbete ve ardından çevrilecek zikir halkasına kendilerini layık görmezler. Ancak Hamideddin hep hazırdır. Çünkü yolu bellidir: aşk ve ateş! Kârı da zararı da bellidir! Yola hazır yolcu gibi dönüp ardına bakmadan gidebilecek, yaslandığı ağacın gölgesini terk edecek vaziyette…
Yatsı olmuş, tekkenin avlusu mahşer yerine dönmüştür. Dervişler; siyah cüppeleri, cüppelerinin mezar toprağını andırdığı görüntüyü tamamlayan sikkeleriyle yürüyen kabir gibidirler. Bu manzarayı gören ikinci sur’a üflenmiş, mizan kurulmuş sanar. Çok geçmeden zikir başlar. Dervişler zikrettikçe kalpler titrer, titreyen her kalp “Ya hu!” diye çarpar. Hamideddin de gözlerden uzakta, sessizce zikreder.
Dervişlerin zikirleri söz ile halvettir. Zikrin şenlendirdiği tekkenin ortası, ateş etrafında dönen kelebekler gibi dönen dervişlerle dolar. Dervişler, ateşte yandıkça döner, döndükçe yanar. Halvet halinde zaman ilerledikçe zamandan kopup kendinden geçer. Sonra uçsuz bucaksız bir seyre çıkılır. Seyirler seyran olduğunda dünyadan geçilmiştir. Ötelerin can suyu dizlere can, gözlere fer olur. “Ya hû!” dedikçe ne sınır kalır ne de duvar kalır aşılmadık. Kabe kavseyn mesafeleri kısalır, hakk ile aşina buluşma yüreklerde gerçekleşir.
Erdebil tekkesinde, Sadreddîn-i Erdebilî hazretlerinin nezaretinde yapılan zikir gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürer. Huşûya eremeyen, zikir zevkini tadamayan dervişler bir bir halkadan koparken geriye pek az derviş zikre devam eder.
Üç günü bulan zikir sonunda herkes toplanıp yaşadığı seyr-i seferi anlatır. Fakat Hamideddin yoktur yanlarında. Etrafa baktıklarında, tekkenin duvarı dibinde dünyadan geçmiş bir halde dilinde “Ya hayy! Ya hûû!” zikrini çekerken bulurlar.
Şeyh, dervişlerin içinde Hamideddin’e şöyle der:
Hamid’im! Artık bizden alacağını aldın. Sana ne biliyorsak verdik. Nasibin tamam oldu. Sen daha yükseklere çıkacaksın. Buralarda eğleşme. Var git. Bizden aldığını büyüt. Allah-u tealânın dinini insanlara öğret. Anadolu’ya git. Geldiğin yere dön. Her gelen geldiği yere döner. Topraktan gelen de toprağa… Hâmid’im! Sadece mekânları değil insandan insana dolaş. Sana bu yolda yar olacak kişi seni bulmadan sen onu bul. Sönmüş ne kadar çerağ varsa uyandır. Aşk kılavuzun olsun. Bu yolda kılavuzsuz olursan bir günlük yolun bin yıllık olur. Aşk ateşi gönül aydınlığın olsun.”
Hamideddin, Erdebili hazretlerinden böylece icazetini alıp Anadolu’yu aydınlatmak için görevlendirilince hazırlığını yapar. Birkaç günlük hazırlığın ardından, tekkedeki dervişlerle helalleşir. Fakat onun dergâhtaki, halvetteki ve zikir halkalarındaki aşkın hallerine rağmen bazı dervişler hala su-i zanda bulunmaya devam eder.
Hamideddin, yanındaki Kızıl Bedrettin ve İnce Bedrettin ile yola düşünce, ardından bakan şeyh, bazı dervişlerin su-i zannını boşa çıkarmak için onlara şöyle der:
Bir iddianız vardı. Hamidettin gözden kayboluncaya kadar ardından bakınız. Eğer dönüp ardına bakarsa bizde bir gönül bıraktı demektir. Bizim gönlümüzle ayrıldığından Anadolu ondan istifade eder. Şayet bakmazsa onun ilminden hiç kimse istifade edemez.
Gidenleri uğurlamak için Şems-i Tebriz-i makamında toplanan dervişler merakla arkalarından bakmaya başlar. Tam tepeye ulaşıp tepenin arkasına aşacağı sırada dervişlerin bakış amacı Allah tarafından Şeyh Hamideddin’e ma’lum olur. Gözden kaybolmadan önce geriye döner. Şeyhine ve dervişlere bakar. Sonra bir kez daha, bir kez daha…
Kayseri’ye Dönüşü ve Hacı Bayram-ı Veli ile Buluşması
Hamideddin, Erdebil’den ayrılıp Kayseri’ye dönerken Darende’ye uğrar. O sıralar Darende’de halkın sevgi ve muhabbetini kazanmış bir gönül eri olan Abdurrahman-i Erzincani hazretleri gönülleri aydınlatmaktadır. Abdurrahman-i Erzincani hazretleri de Hamideddin-i Aksarayi gibi Erdebil’de Sadreddîn-i Erdebilî hazretlerinden icazet almış bir gönül eridir.
Bir müddet Darende de kalan Hamideddin, aldığı icazet ile dini anlatmak üzere doğduğu yer olan Kayseri’ye gelir. Burada dergâhını kurar, müridlerine tasavvufi dersler vermeye başlar. Kayseri eşrafı, âlimi, fazılı kim varsa iltifat edip sohbetlerine iştirak ederler. Zamanının nerdeyse tamamını dergâhta geçirir. Erdebilî hazretlerinden aldığı icazetle talebe yetiştirir. İşte Hacı Bayram-ı Veli ile buluşması bu sıralarda vukû bulur. Tarih yaklaşık 1393’tür.
Çocukluğu ve gençliği boyunca sıkı bir eğitim alan ve asıl adı Numan olan Hacı bayram-ı Veli tefsir, hadis, fıkıh gibi dini ilimleri bitirmenin yanında matematik, astronomi, fen gibi tabiat ilimlerine de vakıftır. Kaldı ki Melike Hatun tarafından yaptırılan ve Engüri’nin (Ankara) en büyük medresesi olan Kara Medrese’de müderrislik gibi büyük bir makamda bulunmaktadır. Namı bütün Anadolu’ya yayılmıştır. Konya’dan, Kayseri’den, Bursa’dan müderrislik için çağrılar alır. Fakat hiç birine olumlu cevap vermez.
Hiç birine cevap vermediği çağrıların üzerinden biraz zaman geçtiği sıralarda, bir gece rüyasında kendini uçsuz bucaksız bir vadide görür. Vadi ıssız o da yalnızdır. Nereye gideceğini, bu korkutucu vadiden nasıl kurtulacağını bilmiyordur. Korku içinde çareler ararken yakın bir mesafeden kendisine el eden birini görür. Kalbinde bir sevinç uyandıran adama doğru ümitle yaklaşır. Adam ellerini uzatır ve:
- Bana tutun. İzlerimi takip et, der.
Kan ter içinde uyanır uykusundan. Ama içinde bir ferahlık da vardır. Aynı gecenin öğle vakti medresenin bahçesinde Yazıcıoğlu Muhammed, Ahmed Bîcan, Selahaddin, Nahhasî, Akbıyık lakaplı Meczup Sultan, Ömer Sikkînî, Lütfullah ve diğer bazı talebeleriyle sohbet ederler. Fakat bazı soruların cevabı bulunamamaktadır.
Müderris Numan cevapsız sorular içerisinde kıvranadursun Hamideddin-i Aksarayi bir gün talebelerinden Şücai Karamani’yi yanına çağırarak: “Ankara’da Numan isminde bir müderris var. Onu bulup buraya davet et” buyurur. Talebesi hocasının bu emri üzerine Ankara’ya giderek durumu Müderris Numan’a bildirir.
Gelen, herhangi bir elçidir. Diğerleri gibi… Belli ki aldığı davetlere bir yenisi eklenecek ama Numan kabul etmeyecektir. Elçi aynı elçi, bakış aynı bakıştır ama içinde büyüttüğü bilinmez dünyaya duyduğu özlem, elçinin gözlerinde silinmiş, gönlündeki bekleyişlerin müjdesini duyar gibi olmuştur Numan. Gitmekle kalmak, bu dünya ile başka bir dünya arasındaki farkları ortadan kaldıran, zamanı ve mekânı uzaklaştıran bir sevinç sarar bütün benliğini. Ve hiç tereddüt etmeden kabul eder teklifi.
Zaman kaybetmeden Kayser’i yoluna düşerler. Zahirde bir bayram günü kavuşur Numan ile Şeyh Hamid-i Veli. Ama bu kavuşma batında iki denizin kavuşmasıdır. Şeyh Hamid-i Veli, müderris Numan ile bayram günü kavuştukları için ona Bayram ismini verir. Bir zaman gelecek birlikte gittikleri hac sonunda hacı ismini de alarak Hacı Bayram olacaktır. Müderris Numan olarak geldiği Engüri’ye Hacı Bayram olarak dönecektir.
Müderris Nu’man, Hamidüddin Hazretlerini tanıyıp sohbetlerini dinleyince onun çok büyük bir âlim ve velî olduğunu anlar. Kısa zamanda pek çok kerametine de şahit olur. Onun teveccühleri altında yetişmeye başlar. Hocasından zahirî ve batinî ilimler öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler kat eder.
Bir gün hocasıyla âlimler ve arifler mezarlığına doğru yürüdüler. Tanığı melekler olan bir yolda gidiyorlardı. Kalmak ya da gitmenin yolunu görecek, tercih yapacaktı Bayram. Şeyh, âlimler ve arifler makamına gelince Bayram’a soluna bakmasını istedi. Bayram da kendinden geçmiş, bu âlemi ötelerden izlerken tam karşısında tasavvufi terbiye görmemiş, nefsini arındırmadan ölen âlimlerin huzursuz ruhlarını gördü. Şeyh Hamid’e döndü:
- Ruh kalpte, kalp bedende hapis... Ruhum zindanını hissetti. Bu değil. Makam bu değil. Mekân bu değil, dedi. Şeyh Hamid şöyle dedi:
- Öyleyse sağına bak! İşte sana verilmiş nur. Onunla gözüne ufuk çiz! İşte melekler. Onlarla ebedi yolda yoldaş ol! İşte kalbin. Orada hakikati gör! Eğer hakikat, ruhunu sıkacak olursa yolun başında bu davadan vazgeç. Zira bu yol meşakkat yoludur.
Bayram sağına baktığında tasavvufi terbiye görmüş, nefsini pisliklerinden arındırmış ulemanın ruhlarını gördü. Gülümsemişti. Nur, melekler, kalp... Hepsi bir sır!
- İşte makam! İşte mekân, dedi sevinçle Bayram.
Hacı Bayram, velîlerin yüksek hallerini görerek kendisini tasavvuf yoluna verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamanın büyük velîlerinden oldu. Dergâha geldikten sonra bütün ilmini bir varmış bir yokmuş pazarında “Bilmiyorum!” takasıyla değişen Numan, fanilik yurdundaki hakikat denizinde gerçek bir hazineye sahip olduğunu keşfetti ve Allah’a şükretti.
Bursa Hayatı
Şeyh Hâmid-i Veli Kayseri’deki hizmet ve gayretlerinin ardından 1395’li yıllarda Hacı Bayram-ı Veli ile beraber Osmanlı Devleti’nin başkenti olan Bursa’ya hicret eder. Peygamber efendimizin “İnsanların içinde bulunup, onların bela ve sıkıntısına tahammül eden mü’min, dağ başına çıkıp insanlardan uzak yaşayan mü’minden daha hayırlıdır.” tavsiyesini benimseyen Şeyh Hâmid, ictimâî ve siyasi açıdan son derece hareketli bir merkez durumunda bulunan Bursa’ya gidişi, manevi bir işaret olup boşuna değildir.
Bursa’ya varınca sessiz bir köşede bir ev edinir ve bir de fırın yaptırır. Somuncu Baba'nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civârında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde nefsini terbiye etmek için kullandığı bir çilehânesi vardı.
Şeyh Hamidi Veli evinin bitişiğine yaptırdığı fırında ekmek yaparak geçimini sağlar. Merkebiyle dağdan odun getirir, geceleri hamur yoğurur, ekmek pişirir ve ertesi sabah da satardı. Pişirdiği ekmekleri çarşı Pazar gezdirip satarken “Somunlar Müminler!” diye söylemesi zaman içinde onun bu isimle anılmasına sebep olacaktı. Yaptığı ekmeklerin lezzetine doyum olmazdı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırdı.
Somuncu Baba, tasavvufun yüksek makamlarında bir veli olmasına rağmen bunu halktan gizliyordu. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret ediyordu. Böylece onun başka bir yönü daha ortaya çıkıyordu. Somuncu Baba’nın bu gizlenme tavrı onun Melamilik anlayışına sahip olduğunu göstermektedir.
Emir Sultan ve Ateşsiz Fırın
Somuncu Baba da Melami meşrep bir hayat tarzı sürmektedir. Fakat bu gizlenme hali uzun sürmeyecektir. Çünkü o dönemde Bursa’da olan ve Yıldırım Beyazıd Han’ın damadı olan Emir Sultan Somuncu Baba’nın hallerinden şüphe edecek ve onu denemek için fırınına gidecektir.
Somuncu Baba bir gün fırına ekmeklerini sürmüştü. Pişmelerini beklerken yanına padişah Yıldırım Bayezid Han’ın damadı Emir Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. “Selamun aleyküm baba!” dedi. O da “Ve aleyküm Selâm!” diyerek mukabele etti. Emir Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya verip içindekinin pişirilmesini rica etti. Somuncu Baba kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de çömleği fırına bilerek sokmadı. Bir daha denedi yine olmayınca Emir Sultan’a döndü ve:
- Çömlekçilik sizin işiniz. Çömleği fırına senin sürmen daha uygundur! dedi.
Emir sultan şaşırmıştı. Onun geçmişte çömlekçi olduğunu nereden biliyordu bu zat?
Somuncu babanın bir Allah dostu olduğu yolundaki düşünceleri artan Emir Sultan:
- Peki” diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü.
Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra:
- Birazdan pişer, bekleyin, buyurdu.
Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı halde yemeğin piştiğini gören Emir Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velilerden olduğunu iyice anladı. Orada tasavvuf üzerine biraz sohbet ederek dost oldular. Bu dostluğa Hacı Bayram’ın da katılmasıyla artık üç yaren yar meclislerinde sık sık bir araya gelip halden hale gireceklerdi. Taki Ulu camii tamamlanıp açılışı yapılıncaya dek…
Ulu Caminin Açılışı ve Sırrın Ortaya Çıkması
Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu Zaferi’nden sonra söz verdiği üzere Bursa'da Ulu Câmiyi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba temin ediyordu. Câminin yapımı tamamlandıktan sonra, bir Cumâ günü açılış merâsimi yapılacağı ilân edildi. O gün Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı Emîr Sultan, Molla Fenârî, ulemâdan pek çok kimse ve Bursalılar Ulu Câmiyi doldurdular. Hünkâr mahfilinde oturan Yıldırım Han, Emir Sultan’ı yanına çağırır ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:
- Açılış hutbesini sen oku! Emir Sultan:
- Sultan baba! Bu devirde, bu iklimde ilim ve irfanda civarın en büyüğü aramızda dururken bize hutbe okumak düşmez, der. Emir’in sözlerine şaşıran Sultan:
- Kimmiş o, deyince, Emir:
- Halkın Somuncu Baba diye bildiği Şeyh Hamîd-i Velî’dir. O kendisini gizliyor ama biz onun halinden haberdarız. Hem zahir hem batın ilimlerinde deryayı muhit bit zattır. Ulu bir bilgedir. Ulu caminin açılışını yapmak da ancak ona münasiptir, der. Bunun üzerine Sultan, görevi Somuncu Baba’ya verir.
Emir Sultan, safların arasından geçerek yanına diz çöktüğü Somuncu Baba’ya:
- Şeyhim! Bu cuma Ulu Cami’nin ilk cuması. Bu görev sizindir. Sultan bize havale etti. Lakin siz varken bu işin bize münasip olmadığını söyledim. O da hutbeyi sizin okumanızı murad eyledi, der. Somuncu Baba:
- Ah Emir’im sırrı faş ettin. Bizim gidiş beratımızı verdin, diye karşılık verir.
Bunun üzerine Emir Sultan çok üzülür. Bunun üzerine Somuncu Baba şöyle teselli eder:
- Üzülme! Eğer gönlün benimle olur ise Yemen’de bile olsam hep yanımdasın. Eğer gönlün bende değil ise yanımda bile olsan hep uzaktasın.
Somuncu Baba, caminin açılışı olduğundan açan manasına gelen Fatiha suresinin tefsirini yapacaktı. Hutbeye çıkınca:
- Bâzı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu surenin tefsîrini yapalım, buyurarak Fâtiha suresinin tefsirini yapar.
“Elhamdülillahi Rabbi’l Âlemin.” Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun…
İlk üç tefsiri yaptıktan sonra cemaat artık sadece başka âlemlere dalmış gibi seyrediyordu. Somuncu Baba da kendini bulmuş, camide toplanan cemaat ile bir yürek olup zikre durmuştu. Dili Fatiha tefsirlerinden dördüncüsünü, beşincisini, altıncısını ve derken yedincisini yaparken kalbi zikir çekiyordu. Gör ki her bir tefsiri âlemlerin bir başka makamında yapıyordu. İçindeki ateş garip bir şekilde yükseliyor, bir nefes gibi dilinden kopup cemaatin üzerine buhur olup yayılıyordu. Nihayet tefsir bittiğinde olan olmuş, sır ortaya çıkmıştı.
Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etmişti ki, o zamana kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Nice hikmetli sözler söyledi. Herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Bursalılar, bundan sonra Somuncu Baba'nın büyüklüğünü anladılar.
Molla Fenârî: "Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha'nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlayanlar içimizde yok idi." demekten kendini alamadı.
İlkini herkesin anladığı, ikincisini çoğunluğun anladığı, üçüncüsünü azınlığın anladığı, dördüncüsünü ariflerin anladığı diğerlerini cemaatten kimsenin anlayamayıp üçler, yediler, kırklar ceminin ruhaniyetiyle meclise katılan velilerin anladığı ve aşk makamlarında peygamberlerin nezaretinde yaptığı tefsirlerin ardından, minberden ağır ağır indi. Mihraba geçip cemaate imam oldu, namaza durdu.
Namaz bitince camide bir fırtınadır koptu. Somuncu Baba’yı arayan cemaat hangi kapıya bakmışsa tereddütsüz o kapıya yöneldi. Vardığı kapıdan geriye dönen hiç yoktu. Cemaatten herkes onu görmüş, elini öpmüştü.
Cuma namazı sonrası halk, Somuncu Baba’nın evine akın etmeye başladı. Somuncu Baba ise bu durumdan hayli rahatsız olmuştu. Bursa’dan ayrılma zamanı da böylece geldi. Somuncu Baba’nın şehirden ayrılacağını duyan Molla Fenari doğruca yanına giderek:
- Şeyhim! Yıllardır Fatiha suresinin tefsiri üzerinde çalışıyorum. Fakat anlayamadığım yerler vardı. Bu hutbenizle esrarın perdelerini araladınız, bilmediğim yerlerin izahını yaptınız. Bu lütufa karşılık medresede helalinden kazandığım akçelerimi size hediye temek istiyorum. Kabul buyurursanız bahtiyar olurum, dedi. Fakat Somuncu Baba bu teklifi kabul etmedi. Ona dualar etti. Somuncu Baba’nın gidişine üzülen Molla:
- Hazretim! Lutfedin, gitmeyin. Bizleri mahrum etmeyin, diye ısrarcı oldu. Fakat kararını veren Somuncu Baba:
- Sırrımız faş oldu burada hazretim. Artık burada kalmak bize yaraşmaz. Zira bizim meşrebimiz sır olmaktır, diye karşılık verdi.
Bir sabah erkenden, Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba'nın Bursa'yı terk etmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa'da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu. Fakat kabul ettiremedi. Sonunda, Bursalılara dua etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa'ya yönünü dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için dua etti ve vedalaşarak ayrıldılar. Bursa'da bu çınarın bulunduğu bölgeye “Dua Çınarı” denildi.
Hicaz ve Son Durak: Aksaray
İki yokluk yolcusu Somuncu Baba ve Hacı Bayram Veli, Bursa’dan ayrılarak önce Şam’a gittiler. Burada biraz kaldıktan sonra hac vazifesini yerine getirmek üzere Hicaz’a vardılar. Üç yıl hicazda hac farizasını ifâ ettiler. Ardından Anadolu’ya döndüler. Bir ara Darende’de kaldılarsa da oradan ayrılarak vefat edip defnedileceği Aksaray’a gelip yerleştiler.
Aksaray’a gelen Somuncu Baba küçük bir eve yerleşti. Ervah kabristanlığında sakin bir yere mescid imar ettirdi. O mescidin yanına yumuşak kaya içine bir de çilehane yaptı. Mescidde hem ibadetini yapıyor hem de talebe yetiştirmekle hemhal oluyordu. Bazı zamanlar da ırmak boyuna gezintiye çıkıyordu.
Nasihatleri ve Vefatı
Dünya ile hemhal öylece vakit geçip giderken, artık zaman hızla tükeniyordu. Ömür yaprakları dalından bir bir düşüyor dünya semasından parlak bir yıldızın da kayıp gideceği gün geliyordu. Somuncu Baba; Şücaaddini Karamanî, Muzafferüddin Larendevî, Muslihiddin, Arifi Billah Ömer, Ak Bedreddin, Pertevi Sultan, Kemaleddin ve önünde diz kıran diğer taliplerini toplamış onlara nasihat ediyordu.
Dostlarım ve talebelerime vasiyetimdir:
Gizli, açık tüm hallerinde Allah’tan sakınsınlar.
Az yiyip az konuşsunlar.
Avam (halk) arasına az karışsınlar.
Daima şehvetten uzak dursunlar.
İnsanların ellerinde bulunanlardan ümidi kessinler.
Bütün kötü özellikleri terk etsinler. Güzel özelliklerle kendilerini süslesinler.
Şiir ve şarkı dinlemekten kaçınsınlar.
Düşüncelerinde dayatmacı olmasınlar.
İhtiyarlıktan çok, ötelerin arzusu çekiyordu çileli bedenini. Her gün biraz daha uzayan ömrü, biraz daha götürüyordu onu bu deni dünyadan. Sonbaharın seriniyle, zayıf vücudu hastalığa yenik düşmüştü. Şeyh Hamid bütün halsizliğine ve hastalığına rağmen, ziyaretine gelen herkes onu yatakta bulacağını zannederken, o gücü yettiğince gelenleri oturur vaziyette karşılıyordu. Gözlerine bakanlar onun gözlerinde ölümün soğukluğunu göreceğini sanadursun, o bu dünyadan sanki daha önce geçip gitmiş gibi dünyanın bütün gözlerini kör etmiş, ahiret penceresinden baharın çiçeklerini seyrediyordu.
Birkaç gün öncesinde haber gönderilen Hacı Bayram gelmişti. Şeyhini sekerat-ı mevt halinde görünce acıyla gözlerinden yaş döktü. Şeyhi mescidin kapısının üç beş adım önünde yere serdikleri bir keçenin üzerinde yatıyordu. Hacı Bayram’ı görünce yüzünde solgun bir tebessüm belirdi. Güçlükle açabildiği gözleriyle işaret etti. Hacı Bayram şeyhinin yanına eğildi. Derin bir nefesle başladığı kelimeleri tek nefeste tamamlayamayan Şeyh Hamid, hırıltılı bir sesle kesik kesik konuşmaya başladı:
- Bayram’ım! Dar-ı bekadan “Gel!” denildi. Ten gözü kapanıp sevgiliye kavuşunca cenazemi sen yıka ve namazımı kıldır. Cenazemi buraya defnedin. Şükür ki eyvahsız hayatımız, Hızır’ın (a.s.) işaret ettiği, cismimizin toprağının alındığı ervahta son buluyor. Erenlere nasihat et. Ölümümüze üzülüp yas tutmasınlar. Sen de bilirsin ki ölen bedendir, âşıklar ölmez.
Tarih 20 Eylül 1412 idi. Hacı Bayram, sessizce ağlarken Şeyh Hamid kelimeyi şehadet getiriyordu. Allah ve resulünün adı dudaklarından dökülen son kelimelerdi...
Dervişlerin gözyaşları toprağı sulayadursun, aşkın sırrı sessizce yükseldi miraca. Bulutlar yol verdi sırra. Vuslat mevsiminde kavuştu semaya. Derken yağmur yağdı tane tane Ervahın ortasına. Her damlası gönülleri eritti. Ruhlara mana hakikatleri fısıldadı yağmur. Çok azı duydu çoğu duyamadı yağmurun şiirini. Baş vermedikçe sır vermeyenler paylaşmadı mahşerin sözlerini. Sadece dinledi nasibi olanlar.
Eserleri ve Şiirleri
Somuncu Baba bu dünyadan ayrıldığında ardında kalan yalnız bir küçük fırın ve adını taşıyan câmiler değildi. Onun yolundan gidenler onun mirası olan virdini bazı ilavelerle aynen tatbik ettiler. Sabah namazlarından sonra bu evrâd onlar tarafından okunulmaya devam etti. İşte bu zikirlerin toplandığı “Zikir Risalesi” adlı bir eseri vardır. Bunun yanında Hüseyin Vassaf ve Bursalı M.Tahir tasavvuf lisanıyla yazılmış ‘’Şerh-i Hadis-i Erbain’’ isimli bir eseri bulunduğunu yazarlar. Süleymaniye Kütüphanesi’nin Şehid Ali Paşa bölümünde 540 numarayla kayıtlı kitabın içindeki “Hadis-i Erbain” isimli dördüncü müstakil eserin Hamid b. Musa’ya ait olduğu katalogda yazılıdır. “Silahul Müridin” adlı eseri de yine zikirlerle ilgili küçük bir risaledir. Somuncu Baba’nın Kaşif’ul- Estâr An Vech’il- Esrâr adlı dmrüdncü bir eserinden bahsedilse de bahsi geçen bu eser Zikir Risalesi adı eseridir.
Somuncu Baba’nın her ne kadar birkaç risalesi olsa da zahiri ve batıni ilimlerdeki derin bilgisine rağmen çok az eser vermiştir. Bu durum hazretin takip ettiği meşrep ile alakalıdır. Nitekim Somuncu Baba’nın talebesi ve halifesi olan Hacı Bayram-ı Veli de müderris olmasına rağmen bir eser yazmamıştır. Talebelerinden Yazıcıoğlu, “Muhammediye” adlı eserini tamamlayıp şeyhine takdim ettiğinde Hacı Bayram-ı Veli şöyle demiştir: “Mehmedim! Bununla uğraşacağına bir gönle girip onun terbiyesiyle meşgul olsaydın daha iyi olmaz mıydı?” Bu tavır onların en büyük eser olarak insanı yetiştirmek fikrinde olduklarını göstermektedir.
Somuncu Baba, yeni ve günümüz kaynaklarının ittifak ettikleri tarih olan 20 Eylül 1412 tarihinde Aksaray’da vefat etmiştir. Kabri de Aksaray’da bulunmaktadır.
Tabakat kitaplarının en erken tarihlisi olan Molla Câmi’nin Nefehât adlı eseri, Taşköprüzâde’nin Eş- Şakâık’un Nu’mâniyye adlı eseri, Mecdî Efendi’nin Tercümesi, Kâtip Çelebi’nin Süllem’ül Vusûl illa Tabakât’il- Fuhul adlı eserleri ve son dönem tabakat kitaplarından Hüseyin Vassâf’ın Sefine-i Evliyâ ile muasır araştırmacılar Somuncu Baba’nın ömrünün sonuna kadar Aksaray’da kaldığını ve buraya defnolunduğunu söylemektedir. Bunların yanında Âli, Künh’ül-Ahbâr adlı eserinde, Somuncu Baba’nın Bursa’dan Aksaray’a gittiğini ifade etmektedir. Bursalı İsmail Hakkı da Silsile-i Tarîk-i Celvetî adlı eserinde Somuncu Baba’nın Aksaray’da ihtifâ ettiğini yazmaktadır. Osmanlı arşiv belgeleri incelendiğinde de Hz. Rîr’in kabrinin Aksaray’da olduğu anlaşılmaktadır.
Darendeli ve Somuncu Baba neslinden geldiği iddia olunan Hanefi Hoca tarafından yazılan Darende Tarihi adlı çalışma dışında hiçbir matbû’ veya mahtût yani Terâcim-i Ahval kitabı, Somuncu Baba’nın Darende’de medfun olduğunu yazmamaktadır. Dolayısıyla istisnasız bütün tabakat ve tarih kitapları Somuncu Baba’nın Aksaray’da medfun olduğu konusunda hemfikirdir. Bu bilgilerden hareketle Somuncu Baba’nın Darende’de medfun olduğunu iddia etmek herhangi bir iddiadan öteye gitmemektedir. Ancak Somuncu Baba’nın büyük oğlu Yusuf Hakiki Aksaray’da kalırken, küçük oğlu Halil Taybî Abdurrahman-î Erzincanî hazretlerinin kızı Dürriye Banu ile evliliği vesilesiyle Darende’ye gidip orada kalmıştır. Tüm bu bilgilerin ışığında birçok alimin ya da sahabenin farklı illerde türbelerin olduğunun öne sürülmesi insanımızın Allah dostu bu zatlara büyük bir sevgi beslemesinin nişanesidir. Allah onlardan ebeden razı olsun.
Haber: Temel Emiroğlu / yenisoz