NAYLON AYAKKABI: Yalınayak Kalma Tehlikesinin İmdadı
NAYLON AYAKKABI: Yalınayak Kalma Tehlikesinin İmdadı..1960’lı yılların sonlarıydı. Sokak tüm gün bizimdi. Ne bisiklet vardı ne taşıt. Boy boy çocuklar, akran grupları, yaşıtlar
NAYLON AYAKKABI: Yalınayak Kalma Tehlikesinin İmdadı..
1960’lı yılların sonlarıydı. Sokak tüm gün bizimdi. Ne bisiklet vardı ne taşıt. Boy boy çocuklar, akran grupları, yaşıtlar.. Bazen bir atlı araba, bazen yaylıma çıkan gailesiz birkaç inek ya da iki sıska eşek görürdük hepi topu.. Akşama dek bizim hükmümüzün geçtiği bir uzamdı sokak.. Koşan, kayan, tırmanan; atlayıp zıplayan, toplanıp oynayan ama akşam bir türlü vedalaşamadığımız, yatınca rüyasına dalıp sabah özlemle kucağına koştuğumuz ve sayısız afacan yürekli çocuğun çığlığıyla yücelttiğimiz bir özel alandı sokak.. Çocuklara kıyafetin yetişmediği yıllardı. Hele ayakkabı.. Asfalt, beton, özenle montajlanmış parke yollar hak getire, yollarımız kabaca tesfiye edilmiş ve tamamı stabilize. Taşın, çakılın tekinsiz kayalıkların egemen olduğu rijit bir vadide sabahı akşama ekleyen telaşlı koşuşturmalarla tüketilirdi zaman. Nereye nasıl basılacağına dikkat etmeyen panik savruluşlarımız minik ayaklarımızın zırhı için her daim tehditti. O yüzden uzun ömürlü olmazdı ayakkabılarımız.. Hiç eskitmesek bile Anadolu’nun yoksulluk yıllarında ayağından büyüyen çocuklardık. Ayakkabı küçük gelmeye başlayınca yenisi alınırdı. Ama bugünün meşin iskarpinleri bulunmazdı. Bulunsa bile satın alınmaz, alınamazdı. Çocuklar makosen denen kara lastikler ya da çizmeler giyerdi. Yaz ayları için halk dilinde adı ‘Naylon Ayakkabı’ olarak geçen plastik bir ayakkabı daha üretilirdi. Bu üretim kasabanın merkezinde Mustafa Sak ve kardeşlerinin iştirakiyle kurulmuş büyükçe bir atölyede yapılırdı. Adı Doruk Plastik’ti. Sonraki yıllarda kuluçkasından bugünkü Çağlar Plastik ve Ado Grubu’nun çıktığı şehrin ilk üretim tesisiydi. Doruk Plastik her hafta bir kamyon ayakkabı üretir bunları İzmir’de Bünyamin Tovi’nin firmasına gönderirdi. Tovi bu ayakkabıları tüm Türkiye’ye pazarlardı. Bucak’taki kasaba halkı ise fabrikanın kendi sınırları içinde olmasının imtiyazıyla ürünleri doğrudan alabiliyordu. Yerli halka oldukça ucuz, hatta girişimci tarafından çoğu kez bedelsiz dağıtılırdı ürünler. Yoksunluk yıllarında üreticinin ihtiyaç sahiplerine ucuz ya da bedelsiz dağıttığı bu ayakkabılar alt ve orta gelir grubunda severek kullanılırdı. Çizme ve makosenlerin sadece siyah renkli olanını hatırlıyorum. ‘Naylon Ayakkabı’ olarak halk diline yerleşmiş plastik sandaletler ise mavi, beyaz, gri, siyah, kırmızı olarak üretilirdi. Kırmızı kız çocukları içindi. Yüzeyinde delikleri olan, sağ ayakta soldan sağa doğru, sol ayakta sağdan sola doğru ayağı üstten kavrayan bir kemeri vardı. Bu 1.5-2 cm kalınlığında, üzerinde eşit uzaklıklarda küçük delikler açılmış kemeri; ucuna ortası iğneli yaylı metal bir tokanın montajlandığı kulakçık çıkıntısı karşılardı. Üstten gelen kemer, tıpkı pantolon kemerlerinde olduğu gibi tokanın aralığından geçirilip ayağı kavrayacak esnekliğe ayarlanır, toka iğnesi kemer deliklerinden uygun olanına geçirilir, tokanın yaylı aparatı bastırarak kilitlenirdi. Ayaktan çıkıp gitmesi çok zordu. Kilit sistemi yay aparatı bozulmadığı sürece oldukça emniyetliydi. Tokanın, perçinlendiği kulakçıktan çıkması naylon ayakkabının ölümü anlamına gelirdi. Böyle durumlarda ayağı üstten kavramayan naylon ayakkabı neredeyse terlik işlevine kadar geriler, yürüme ve koşma performansını düşürürdü. Yekpare plastikten başıboş kalan ince uzun sarkacı hem sağa sola savrulur, hem de görüntü estetiğini olumsuz etkilerdi. Ayakkabı arızası yüzünden gün boyu ordan oraya savrulan çocuk kolonisinin dışında kalmak hüzünlü bir duygu olurdu. Evde hesap vermek işin cabasıydı. Üstten ayağa bağlanmaması nedeniyle ayakkabı sık sık ayaktan çıkardı. Böyle durumlarda kilit sisteminin de yer aldığı kulakçıkla birlikte üstten gelen kemer ve gereksiz plastikten saçaklar kesilir, ayakkabı terlik olarak kullanılmaya devam ederdi. Dengesiz bir fonksiyonda kullanıldığı için yarılıp yırtılma süreci hızlanır, kısa sürede atılırdı. Bu üstten kuşaklı, sarı metal tokalı yumşak plastik sandaletler herhangi bir yerinden minicik bir yara aldığında da o yara yürür ve kısa sürede kullanılmaz hale gelebilirdi. Ama özenle kullanıldığında son derece dayanıklıydı naylon ayakkabı.
Çocukluğumuzun bir dönemine damgasını vuran naylon ayakkabılar yekpare bir kalıptan üretilirdi ve daha çok yaz ayları için kullanıma uygundu. Ama bu ayakkabıları kışın kullanan çocuklarda vardı. Kışın çocuklar daha çok lastik çizmeler giyerdi. Sanayi üretimin son derece kısıtlı olduğu yıllarda bu ayakkabılar tam anlamıyla nimetti. Neredeyse geniş bir kitlenin yalınayak kalma tehlikesinin imdadı idi. 1950’li yıllarda üretilmeye başlanan; 1960’lı ve 70’li yıllarda çok kullanılan naylon ayakkabılar güneşli, uzun yaz günlerinin açık alanda yaşandığına ilişkin izler barındırırdı çocuk ayaklarımızda. Yaz boyu çorapsız giyilirdi ve ayağın ön üst kısmını kavrayan toka ve kemerlerin kapattığı yerde beyaz ten rengi muhafaza edilirken geri kalan kısımlar güneş yanığı bronz renge çalardı. Ayaktaki o izler çocuğun naylon ayakkabı giydiğinin mutlak kanıtına işaret ederdi. Ayakkabının metal tokalarına ait izdüşümlerde ise zamanla oksidik bir pas noktası oluşurdu. Bu paslı izler lastik çizmeyle geçirilen uzun kış mevsiminin ortalarına kadar silinmezdi.
Bu ayakkabılar basitti, kullanışlıydı. Anadolu’nun yaygın yoksulluk yıllarında pratik, ucuz ve yerli bir çözümdü. Ama çocuk ruhunda bıraktığı en derin iz kunduralı bir akran karşısında duyulan ezginlikti. Zenginlerin imkanlarla dolu dünyasına tahayyülü aşan bilinmezlikler vehmeden ‘kıt kanaat’ yılların çocukları böyle durumlarda hüzünlü hayıflanmalara düşerlerdi. Bu imrenme bile değildi. Çocukluğun olanaksızlığı içinde öylece kalakalmışlık haliydi. Farklı gelir gruplarının biraradalığı varsa kıyafetlerdeki eşitsizlik göze batardı. Ama ayakkabıdaki eşitsizliğin hissedilişindeki sarsıcı durum başkaydı. O yıllarda ayağında naylon ayakkabısı olanın kunduralı başka bir akranıyla karşılaşması bir köy yolunda rastlaşmış şasesi eğri bir Murat 124’le seyreden birinin son model mercedesle karşılaşması kadar acıklı bir film sahnesinin sosyolojisine denk düşerdi. Yetişkin kundurasının bile güç bulunduğu taşrada, çocuklar için çocuk kundurası satan bir ayakkabıcı olmazdı. Böyle bir ayakkabı mutlaka büyük şehirlerden getirtilmiş olurdu. O yıllarda kundura ile naylon ayakkabı arasında ortada duran bir başka seçenekte yoktu. Bu yüzden meşin bir kundura ile naylon ayakkabı mülkiyeti ayırt edici bir sosyo ekonomik farkın göstergesine işaret ederdi. Diğer kıyafetlere göre ayakkabı daha belirleyici idi. Çünkü özellikle kara önlüklü okul günlerindeki kıyafet standardında tek değişken ayakkabıydı. Saçları üç numara makine traşıyla kesilmiş; ortaya çıkan iki iri kulağı ve sokak kavgalarında isabet almış başında bir düzineden fazla yara lekesi barındıran taşra çocuğunun ayağında hiçbir zaman kundura olmadı. Çok ender rastlanırdı kundura giyen çocuğa. Böyle bir çocuğun başka dünyalardan düşmüş, bizden farklı biri olduğunu düşünürdük. Ötekileştirme daha hızlı yaşanırdı nitelikli bir ayakkabı giymiş olana karşı. ‘Dost başa, düşman ayağa bakar’ özdeyişi de boşuna değildi galiba.
OSMAN OKTAY İSTANBUL