KEDİLİ ALFABE-XYZ-73
(İKİNCİ DEVRE-9
Mevlana’nın olduğunu hatırladığım(Google’a teyit ettiremediğim) bir söz vardır:
“Ekmek tok olan bir insan için herhangi bir nesnedir. Aç insan içinse kandır, candır, yürektir.” Eğer benzer duyguları yaşamamış, benzer süreçlerden geçmemişseniz yokluktan, yoksulluktan söz eden öykülerde anlatılanlar dışınıza yayılır, inandırıcı gelmez. Ayrıca, yaşanmışlıklarınıza denk düşmediği için bu öykülerin kahramanlarıyla empati kurmanız da zordur biraz. İşin aslı buna gerek de yoktur. Çünkü yokluk, yoksunluk öyle gurur duyulacak, hava atılacak bir olgu değildir. Ancak, yaşayanlar yaşadıklarını anlatırken “Bakın, bütün bunlara rağmen ayakta kalmayı başardım.” Duygusunu paylaşma ihtiyacı duyarlar.
Isparta’da dördüncü yılıma girerken maddi sıkıntılarım iyice görünür hale gelmişti. Yirmi yaşına girmiştim, ihtiyaçlarım çeşitlenmişti ancak yokluk paçamdan akıyordu. Bir kere sigara harçlığımın yarısını alıp götürüyordu. Ayrıca içine yuvarlandığım duygusal kaos nedeniyle tek çıkış yolu kendimi kitaplara hapsetmiştim. Yaşar Nabi Nayır adını pek çoğunuz bilmez ya da hatırlamaz. Dolaysıyla Yaşar Nabi’nin Varlık Yayınları’nın 1(Bir) liralık cep kitaplarını da hatırlamaz. Oysa bizim kuşağın kitap kurtları için Varlık Yayınları bir hayır kurumu mesabesindedir. Çehov’u, Hemingway’ı,
Kafka’yı, panait Istrati’yi, Cengiz Dağcı’yı, Camus’u, Tolstoy’u…Varlık Yayınları sayesinde tanımışızdır.
O yıl iki arkadaş Demir Köprü’nün üst taraflarında dere boyuna yakın bir evde bir oda kiralamıştık. İki hemşeri, iki uzak akrabaydık. Ekonomik olarak benden iyi durumdaydı o.Onun sayesinde odamız daha derli topluydu. Yerde kilimimiz, pencerede perdemiz vardı. Bir çalışma masasıyla iki sandalye benim için ekstra bir güzellikti. Bir de beni yer yatağından kurtarmak için fazladan bir somya gelmişti memleketten. Başlangıçta çok iyiydik. Gerçi annesi bir düğün sırasında, benim ailemin gönderdiği elmaların, portakalların buruşuk buruşuk olduğundan söz etmiş, kulağına giden anacığımı üzmüştü. Ancak bir süre sonra (anlatmasam hatırama ihanet olacak; hâlâ değerli bir dostum olan arkadaşımın gıyabında özür dileyerek anlatacağım) bir gelişme oldu. Arkadaşımın annesi, kasabamızın kendisinden yaşça büyük, varlıklı bir simasıyla evlenmişti. Suyumun ısındığı anlamına geliyordu bu durum. Nihayet korktuğum oldu. Eşiyle beraber ziyaretimize gelen annesi, giderken bir mektup bırakıp gitmişti. Arkadaşım, üzüntülü bir yüz ifadesiyle bana uzatmıştı mektubu.” Oğlum; baban Selahattin’den hoşlaşmadı, senin onunla aynı odada kalmanı istemiyor.” Yazıyordu mektupta. Sırtım sırılsıklam olmuştu. Bu düpedüz bir aşağılamaydı. Aslında kendimden ben de hoşlanmıyordum ama bunu bir başkasının ifade etmesi gururumu incitmişti.
Yoksulluk sanıldığı gibi ârızî, geçici bir durum değildir. Sadece o gününüzü değil, bugününüzü de biçimlendirir. Kirli, çamurlu bir şilte gibi sırtınızda taşırsınız dününüzü. Adım atarken ayağınızda tuşak, bir kapıyı çalarken şuranızda bir çarpıntı olarak hükmünü sürdürür. Çok güzel cümleler gelir dilinizin ucuna ama söyleyemezsiniz; sanki o cümleyi kuracak kıratta biri değilsinizdir. Fotoğraf makinesine bile doğrudan bakamazsınız. Zaten ağır aksak, kör topal yürütmeye çalıştığım hayatım, o günden sonra iyice çıkmaza girmişti. Aynı evdeki boş odalardan birine yerleştim. Arkadaşımın emanet verdiği somyanın üstüne yatağımı sermiş, kupkuru bir odada sefilleri oynamaya başlamıştım. Odada eski tip bir baca vardı. Sigarayı içiyor, izmaritini bacaya fırlatıyordum. Beton olan tabana serecek bir şiltem bile yoktu. Ayakkabılarımı çıkarıp yatağa uzanıyordum.
Bu durum okuldaki tavırlarımı da etkilemişti. İsyanları oynuyordum; kanaatlerimi, toplumun yerleşik kanaatlerini sorguluyordum hoyratça. Akaid dersinin hocası soru sormamı yasaklamıştı. Ben de tepki olarak sözlüye çağırdığında tahtaya kalkmıyordum. 1 (Bir) veriyordu; yazılı sınavdan 10 alarak ortalamayı sağlıyordum. Kimya dersine stajyer bir avukat giriyordu ücretli olarak. O beni sevmemişti, ben onu sevmemiştim. Yazılılarda soruları yazıyor, cevaplar yazıp bomboş teslim ediyordum kâğıdı. Kimya, ilerdeki yaşam serüvenimde belirleyici bir obje halinde yer alacaktı.
Benim içine hapsolduğum tahammül edilemez durum arkadaşlarımı da üzüyordu. En çok da Niyazi üzülüyordu. Yazı tahtasına “Kambur” yazdığı için bu durumun gerçekleştiğini düşünerek kendisini suçluyordu. Bir aşk macerasına komşu olma ayrıcalığını kaybeden Zekeriya da üzülüyordu halime. Sanki maceranın devamını sağlayabilecekmiş gibi, birgün arkadaşlarının fotoğrafını çekiyormuş gibi bir mizansen hazırlayarak, çaktırmadan O’nun fotoğrafını çekip getirmişti. Oysa benim duygu dünyam, Ford Capri’yi de O’nu da aşan bir üst aşamaya sıçramıştı.
Odama kapanıyor, boyuna şiirler yazıyordum. Ümit Yaşar Oğuzcan’dan, onun aşk şiirlerinden çok etkilenmiştim. İklim arabeskleşmişti ve ben hissiyatım gereği bu iklimden fazlasıyla nemalanıyordum. Arif Sağ’ın “Gurbet Treni”, Orhan Gencebay’ın “Bir Teselli Ver” şarkısı o dönemin ürünleriydi. Kırk yıl önce yazdığım şiirlerin toplandığı kırmızı defteri , yıllar sonra bu yazı için elime aldığımda sırtım terledi, utandım. Hele bir tanesi vardı ki, Faruk Nafiz Çamlıbel’in şarkı olarak da bestelenen “İntizar” şiiri, benim yazdığım “Beddua” şiiri yanında dua gibi kalıyordu.
“Tükensin aydınlıklar, ufkunda güneş sönsün
Hayat- Benden de beter-bitmez çileye dönsün
Talihine el gülsün, tüm dostların dövünsün.
Gecemdeki karanlık , gölge olsun gününe.
Sen eceli özlerken Hızır ersin ömrüne.
Parmakların duada taş kesilsin beklerken
Mutluluğa hasret git ya da kaybet bulurken
Tek serserin olayım sana kalbini veren.
Bir sevenin olmasın, hep sev delicesine.
Gönlümün akrabası, bakmasınlar yüzüne.
Ahımdaki beddua seni perişan etsin.
Bini çalsın kapını biri biterken derdin.
“Seven gönül sevilir ve sev, seveni.” Derdin.
Ben aşk ile yanarken gülüyordun halime.
Hayatın zehir olsun, Hızır ersin ömrüne.”
Oysa aşk bu değildi, bu olmamalıydı. Altmış beş yaşıma doğru yürürken bunca yılda ulaştığım felsefi yetkinlikle diyorum ki; aşk bir başka var olma halidir. Aşk, yaradılışımızda unutulan bir eksiğin tamamlanmasıdır. “Ben ömrümde âşık olmadım.” Diyen varsa, elini çabuk tutsun, gönlüne bir sultan bulsun; yoksa odun gelmiş, odun gidecektir öbür dünyaya.
Bir gün , çok sevdiğim bir arkadaşıma soruvermiştim alakasız yere: “…….Bey, aman sen hiç âşık oldun mu?” diye. Gülmekle yetinmişti.
Bence “Kadın, erkeğin kaval kemiğinden yaratılmıştır.” benzeri inanışlar, aslında bir gerçeği ifade ediyorlar. Kadın, erkeğin mütemmim cüzüdür. Kadınsız erkek yarımdır. Neden kadın şair bir elin parmaklarını geçmez bir ülkede? Şundan: Çünkü kadın, kendi kendine yeter duygusal olarak. Bu yüzden talep eden değil, talep edilendir. Erkekse –bakmayın hotzotuna- zayıftır, eksiktir. Bunu ancak şairler aracılığıyla dışa vurma cesareti gösterirler.
Zeki Alasya on yıllar önce izlediğim bir ropötajında şöyle demişti : ” Her oyunda en ön sıradaki bir kıza, bir kadına aşık olurum. Onun için oynarım. Onu güldürebilmişsem, onu mutlu edebilmişsem, rolümün hakkını vermişimdir.”
Ben boyumu aşan bir iddiada bulunacağım bu sözün üstüne. İnsanlığın binlerce yıllık yürüyüşünde ortaya çıkan bütün zenaat ve sanatların hedef kitlesi kadınlardır. Yazı, sevgiliye mektup yazmak için icat edilmiştir. Resim, sevgilinin yüzünü ölümsüzleştirmek için meslek edinilmiştir. Dokuma tezgahları, fotoğraf makineleri, kameralar, müzik aletleri, sinema, tiyatro…hep onlar içindir.
Keşke O’nun adını açık açık yazabilseydim! Keşke toplum yapımız O’nu bulup özür dilememe fırsat tanıyacak olgunluğa ulaşabilmiş olsaydı! Ve keşke yazdıklarımı O da okuyabilseydi!
Yorumlar (0)