Bir Ayet: “Allah, emanetleri/görev ve sorumlulukları ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletli davranmanızı emreder.” (Nisa, 58)
Hadis: “İşler ehil olmayanlara verildiği zaman Kıyameti bekleyiniz.” (Buhari’den)
“Sosyal Medya” deyip geçmemek gerekiyor. Çünkü kamuoyuna aksetmeyen ya da önemli olmasına rağmen yerel olarak kalan pek çok olayı oralardan öğrenebiliyoruz.
Antalya Manavgat’ta, oturduğu yerden ilaç satmak yerine sağlık ürünleri konusunda araştırmalar yapan ve markalı ürünlere imza atan Eczacı Mahmut Öz bununla da kalmıyor. O aynı zamanda bir tarih araştırmacısı. Araştırmalarını da yazıya döküyor, kitap olarak yayınlıyor. Son çalışması için başından geçenleri facebook hesabından yayınlayınca bu yazıya da ilham vermiş oldu. Önce o paylaşımı görelim:
“Bu devlet batmıyorsa dualı olduğu içindir. Yazdığım kitaba bandrol almak için günlerdir Telif Hakları Genel Müdürlüğü’nü aradım, nihayet bir yetkili, ‘Mail adresin farklı girilmiş, değiştirmeniz için il müdürlüğüne dilekçe ver’ dedi. Bugün Antalya ya gittim, Turizm İl Müdürlüğü’ne dilekçemi verdim. Memur, ‘Bizde böyle bir işlem yok, bunu biz yapamayız’ dedi. Tam çıkacakken aklıma geldi, Ankara’dan beni il müdürlüğüne gönderen memuru aradım. Telefonu ‘Yapamayız’ diyen memura veriverdim. Nihayet o işim şimdilik çözüldü.
Şimdi kitap yazıyorsun yetmiyor, ISBN için para yatırıyorsun, bir sürü evrak hazırlıyorsun yetmiyor, YAYFED’e (Yayıncı Meslek Birlikleri Federasyonu) gönderiyorsun yetmiyor, telif haklarına para yatırıyorsun yetmiyor, uğraşıyorsun… Tek bir kayıtla, tek bir yerden yapılmak varken, bir yazarı taltif etmek varken süründürüyoruz ve bu devlet halen ayakta ise, dualı değil de nedir?” Bu paylaşımın altında, önemli şairlerimizden biri olan Mehmet Ali Kalkan’ın oldukça dikkat çekici bir yorumu ise keşmekeşliği bütün açıklığı ile ortaya koyuyordu: “Bir kitabımız için ‘İlgili yerlere iletilmemiş, şu güne kadar gelmediği takdirde’’ diye bir resmi mail geldi. Apar topar beş kitap götürdüm, altı tane olacakmış, ‘Bir tane daha getirmeden işlem yapmayız’ dediler. Birkaç gün sonra o bir kitabı da götürdüm. Başka bir memur vardı. Baktı, ‘Bize verilmiş, bunları geri götürün’ dedi. Bunlar bizim devletin gamsız memurları…” Bu iki olaydan biri Antalya, öbürü de Eskişehir’de geçtiğine göre demek ki mahalli bir istisna ile değil, genel bir sıkıntı ile karşı karşıyayız. Benzeri durumlarla karşılaşan daha pek çok yazar olduğunu tahmin ediyorum. Bizde durum böyle de, mesela İsveç’te nasıl? Bunu da, aynı paylaşımın altına Cengiz Eyit tarafından yapılan “Norveç’te yazar olmak” başlıklı yorumdan öğrenelim: “Dünyanın en şanslı yazarları Norveçliler. Pek çoğu Dünya çapında üne kavuşmanın tadını çıkaramasa da Norveçli olmaları hiçbir ulusun yazarının sahip olmadığı ayrıcalıklar sağlıyor. Norveç hükumeti kültür, sanat ve edebiyata muazzam bir destek veriyor. Ülkede sanatçılara düzenli devlet yardımı sağlanması amacı ile kurulmuş Norveç Sanat Konseyi adlı bir kurum var. Her yaştaki sanatçı, Sanat Konseyi’nin desteklerinden yararlanabiliyor. Buna ilave olarak Norveç’te yayınlanan her kitabın 1.000 kopyası devlet tarafından satın alınarak, ülke genelindeki halk kütüphanelerine dağıtılıyor. Söz konusu olan çocuk kitapları olduğundaysa devlet tarafından satın alınan kitap sayısı 1.550’ye çıkıyor. Bu alımlarım yapılabilmesi için tek şart kitabın kalite kontrolden geçmiş olması. Kuşkusuz destekten fayda sağlayan sadece yazarlar değil, bu uygulama sayesinde yayıncılar da desteklenmiş oluyor. Hükümetin sanatçılarına önemli yardımlarda bulunması, Norveç’in Dünya mutluluk ve güven sıralamasında ön sıralarda yer almasına neden olan faktörlerin başında sayılıyor. 5,2 milyon olan toplam nüfusu Ankara ile hemen hemen aynı ama ülkede yaklaşık 400 yayıncı bulunuyor. Yayıncılar birliğinin üye sayısı ise 70-80 arasında değişiyor. World Data Atlas’a göre Norveç’te okuma yazma oranı %99. Eğitim sistemi ile Avrupa’nın önde gelen ülkelerinden biri olması, okur kitlesini yetiştirmek konusunda da başarılı olmasını sağlıyor. Yazarı ve yayıncıyı korumak için yeni yayınlanmış kitapların indirime girmesini yasaklayan bir yasa uygulanıyor. Katma Değer Vergisi ise kitaplar için söz konusu değil. Korsan yayınların önlenmesi için telif hakları ile ilgili kanunlar titizlikle uygulanıyor. Bütün bunlara ilave olarak Norveççe yazılmış kitapların tercüme giderlerinin yarısını NORLA (Norwegian Literature Abroad -Yurtdışı Norveç Edebiyatı) aracılığı ile Hükümet karşılıyor. Kaynaklar: Newstatesman, Frankfurter Buchmesse.” *** Bütün bunlar bize, Liyakat, ehliyet ve ahlâkın ne derece önemli olduğunu hatırlatıyor. Devlet sistemini iyi kuracak, işi ehline teslim edecek ve bu konuda yandaşlığın, candaşlığın rolü ve etkisi olmayacak. Yalnız burada bahsi geçen konu ile ilgili değil tabii. Her alanda bir laçkalık söz konusu. Mesela yıllarımı verdiğim TRT’den basit ama önemli bir örnek: 25 Ocak 2019 akşamı TRT Avaz’da bir program: Türk Kültüründe Güreş. Programın adının bu olması gerekiyor ama onlar GÜREŞ yerine GÜNEŞ yazmışlar ve program süresince de öyle kaldı. Yapımcı, yönetmen, kurgucu, denetçi… Hepsi de dalgın ve uykucu olabilir mi? Demek ki oluyormuş! Oysa eskiden bunun ağır sonuçları olurdu. “Halel” ile “Helal”i ayırt edemeyen spikerlerle karşısındaki müze müdürü doğrusunu söylemesine rağmen “Resterosyon” kelimesini ısrarla “Resteresyon” olarak telaffuz eden muhabirler de cabası… Laf lafı açınca arkası geliyor… Galiba üç dört sene önce anlatmışlardı. Bakanlıklardan birinde Daire Başkanlığı’na atanan kişi, makam odasında masasına bırakılan evrakı evirmiş çevirmiş, ne yapacağına karar veremeyince eline alıp sallayarak karşı koridorda çalışan personele doğru seslenmiş: “Bunu ne yapacağım ben?” Personel bu, başlarına paraşütle indirilenleri ve branşı dışında olmasına rağmen gelip makamlara kurulanları kolay kolay benimsemez. İçlerinden cesaretli biri çıkıp cevap vermiş: “Ne yapacağını bilmiyorsun da niye oraya gelip oturdun?” Yakın bir geçmişe kadar Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı vardı malum. Orada, sanırım Müsteşar Yardımcılarının birinin odasına gelen misafirler arasında, bir ismin bir yere Genel Müdür olarak atanması fikri ortaya atılıyor. İçlerinden biri, “Ama onun hiç tecrübesi yok, yapamaz” deyince verilen cevap: “Canım ataması yapılsın, üç beş ay içinde öğrenir!..” Daha pek çok örnek sıralanabilir tabii… Bazı üniversite rektörlerinin, kendilerinde bulunan yetkileri kötüye kullanarak üniversitelerinin çeşitli birimlerine aile boyu yaptıkları atamalar, Kavakçı ve Sayan soyadlılara birer ulufe gibi dağıtılan devlet kadroları ayyuka çıkmıştı malum. En son, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun yeğenine, akademik kariyerde önemli bir yeri olan ALES puanında sonuncu olmasına rağmen Yüksek Lisans sınavının kazandırılması, puan sıralamasını gösteren listenin de mahkeme kararıyla kaldırtılması artık ipin ucunun tamamen kaçtığını gösteriyor. İpin ucu hem öyle bir kaçmış ki, tutabilene aşk olsun. İşte bir örnek daha… ÖSYM Fizik birincisi Deniz Eren Demir’in anlattıkları da çok enteresan: “2018 yılı Kamu Personeli Seçme Sınavı’nda 88.295750 puan aldım. ÖSYM’nin açıkladığı sıralamalara göre Fizik Öğretmenliği branşında Türkiye birincisi, Fizik ve Fizik Öğretmenliği branşında ise Türkiye ikincisi oldum. Ardından 14.12.2018 tarihinde yapılan mülakat sınavına katıldım. Mülakat sınavında tüm sorulara doğru cevap vermeme rağmen 54 puan veridi ve başarısız kabul edildim!” Velhasıl adımız Hıdır, durumumuz budur: Bence devletin “beka sorunu” varsa eğer ne Ortadoğu, ne Amerika, ne Rusya ne de Çin’den dolayıdır ve tamı tamına işte şu üç olmazsa olmazın yokluğundandır: Liyakat, Ehliyet, Ahlâk!.. OSMAN OKTAY ANKARA
Yorumlar (0)