GAFLET, DALALET VE İHANETİ AYIRAN ÇİZGİ
Ak Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın taraftarları üzerinde büyüleyici bir etkisi olduğu açık.
O ne derse yandaşlar hemen bu sözün arkasındaki “hikmeti” araştırıp, ne kadar doğru bir tez olduğunu savunmaya başlıyor.
Ertesi gün bu görüşünü değiştirip tam tersini savunduğu zaman da, O’nun ne kadar büyük devlet adamı olduğuna, ferasetine delil olarak gösterip, yine canla başla savunuyorlar.
Şimdi aynı hastalık Devlet Bahçeli yandaşlarında da başladı. Bahçeli’nin Erdoğan için söylediği “hain” nitelemeli ağır laflarını alkışlıyorlardı. Şimdi ise “Türkiye’nin bekası” için, Erdoğan’ın “başkan” olması ve başkan kalması gerektiğine dair söz ve davranışlarına alkış tutuyorlar.
Bu tavırları gösterenlerin iyi niyetli, milli ve dini hassasiyetleri yüksek insanlar olduğunu kabul etmekte zorlanıyoruz.
Bu kişilerin siyasi görüşlerine saygı duyabilmemiz için, ilke ve ülkülerde samimiyet; tavır, duruş ve istikamette istikrar görmemiz gerekir.
****************************
Bakınız 2009 yılında yazdığım bir yazıda şu analizi yapmışım:
Devlet Bahçeli‘nin sözleri zehir zemberek, aynen şu ifadeleri kullanıyor: “AKP Genel Başkanı Türkiye’nin milli kimliğinden rahatsızlık duyan, Türk milletini etnik temelde ayrıştırma hastalığı ile malul olan ilk Başbakan olarak tarihe geçmiştir. Kürt açılımı adı altında Türkiye’nin milli birliğine ve varlığına kastetmeyi amaçlayan yıkım projesinin taşeronu olan Başbakan Anayasa suçu işlemeye teşebbüs halindedir. Terörle mücadeleyi bilinçli olarak zaafa uğratmıştır. Kanlı terör örgütüne ve maşalarına bölücü emellerine siyasi yollardan ulaşma ümidi aşılamıştır. Başbakan Erdoğan hiç temenni etmemize rağmen böyle bir tarihi kader anı geldiğinde kendisi ve yakınlarının nereye kaçacaklarını ve kimlere sığınacaklarını düşünmelidir.”
Türkiye yıllarca Osmanlı Padişahları Abdülhamid ve Vahdettin’in hain mi, “Ulu Hakan” mı olduğunu tartıştı ve bir mutabakata varamadı. Anlaşılan Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili tartışmalar da bu uçlarda devam edecek.
***
İhanet ve satılmışlık mertebesinde olanları bir yana bırakalım. Böyleleri elbette var.
Gerçekten iyi niyetli, milli ve dini hassasiyetleri yüksek insanların farklı taraflarda oluşunu anlamaya çalışalım.
Bir milletin kader anını belirleyen önemli karar noktalarında, vatanını milletini seven insanların farklı taraflarda mevzilenmelerine yol açan farklı yorumlar ortaya çıkabiliyor. Benim çok sayıda yazımda suçladığım siyasi görüş ve eylemleri destekleyen, benimle aynı dünya görüşüne ve aynı milli hassasiyetlere sahip dostlarım var.
Ben tenkit ederken mümkün olduğu kadar objektif olmaya, sağlam bir mantık yapısı ile olayları analiz etmeye çalışıyor, çıkardığım sonuçları da kişilere ve kişiliklere saldırmadan okuyucu ile paylaşıyorum. Buna rağmen benim şiddetle eleştirdiğim hususlarda benden farklı sonuçlara varan bazı dostlarımla, neden bu kadar farklı taraflarda olabiliyoruz?
Merhum Tarık Buğra‘nın romanını yazdığı, muhteşem filmini ise Yücel Çakmaklı‘nın yaptığı Küçük Ağa romanı hatırlardadır. Bu romanda 1919 da Akşehir’de “İstanbullu Hoca” adıyla tanınan, tesirli hitabeti olan, halkın çok sevdiği bir hoca görev yapmaktadır. Bu arada Yunanlılar Anadolu’ya girmiştir. “İstanbullu Hoca”, Kuvay-ı Milliyecilerin karşısında yer alır; Kuvay-ı Milliyecileri vatana ihanetle suçlar ve Padişah’ın desteklenmesini ister. Kurtuluşu Kuvay-ı Milliye’de gören Akşehir’in ileri gelenlerinden bazıları sevip saydıkları Hoca’yı ikna etmek isterlerse de başarılı olamazlar. Ankara, Hocanın verdiği zarar nedeniyle ölüm emri çıkartır. Hoca evliliği, çocuğu ve en önemlisi de halkın zorlamasıyla Akşehir’den kaçar ve çete reislerine sığınır. Yaşadıkları olaylar sırasında fikri değişim yaşayan Hoca, düşmana karşı mücadele eden çetecilerin arasında savaşır, Küçük Ağa adıyla anılan yaman bir Kuvay-ı Milliyeci olarak hizmet verir.
Merhum Tarık Buğra bu eserini niçin yazdığını açıklarken, İstanbullu Hoca gibi düşmana karşı Padişah’ın temsil ettiği devletin varlığı ve gücü ile mücadele edilmesi gerektiğine inanıp, Kuvay-ı Milliyecileri maceraperest bir güruh olarak görenlerin de; Padişah esarette olduğu için yeni bir milli otoritenin kurulduğunu söyleyip, Milli Kuvvetleri destekleyenlerin de aynı ölçüde vatan ve millet sevdalısı olduğunu görmek gerektiğini söylemişti.
Milli Mücadele’nin başarıyla sonuçlanmasıyla, Milli Kuvvetleri engellemeye çalışanların vatansever de olsalar, vatan ve millet aleyhine çalışan insanlar olduğu ortaya çıktı. Atatürk bunun için Milli Kuvvetlere karşı olan herkese hain demedi, gaflet ve dalalet (sapma/ yanlış yoldan gitme) içinde olanları da saydı. Zarar verme açısından hainler ile gaflet ve dalalet içinde olanların hiçbir farkı olmamıştı.
Şüphesiz bugün de benzeri bir tahlil yapmak mümkündür.
Mevcut süreçlerin iyi veya kötü sonuçlanmasına göre, iki taraftan biri gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde olmakla suçlanabilecektir.
Herkes kendi söz ve fiillerinden sorumlu olacağına göre, olayları değerlendirmelerimizi sempati ve antipatilerimize göre yapmamamız lazım.
Tarafımızı belirlerken dış güdümlü medyanın yönlendirmelerine değil, her gün medyada karşımıza çıkarılıp, beyinlerimizi yıkamaya çalışan 50-60 kişinin anlattıklarına hiç değil, tamamen kendi öz bilincimiz ve aklımıza dayanmak zorundayız.
Özellikle Milliyetçiler ilke ve ülkülerine göre hareket etmeleri halinde tavır, duruş ve istikametlerinde istikrar içinde olabilirler.
29.11.2018
Ruhittin Sönmez
Yorumlar (0)